6 Aralık 2014 Cumartesi

Nymphomaniac ve Kadın Olmak Üzerine

Bu yazıyı, yaklaşık 4 saat süren ve iki bölümden oluşan Nymphomaniac filmini izledikten sonra okudum ve filmin bize gösterdiği bakış açısından farklı bir bakış açısı sunmasından, arada oluşabilen kopmaları tamir etme özelliği olmasından dolayı bloğumda paylaşmayı tercih ediyorum. Toplumun kadına yüklediği rollere farklı bir açıdan eleştirel bakmayı sağlıyor.



Kaynak: bianet.org/biamag/toplumsal-cinsiyet/

Filmdeki gerilim "açık" sahnelerin değil, sosyal roller ve insanın zevk arayışı arasındaki gerilimden besleniyor. Belki de filmin yasaklanma sebebi o sahnelerden ziyade "başka bir kadın"ın mümkün olduğunu izleyicilere hatırlatıyor olması.


Nymphomaniac, daha izlenmeden bir soru sordurmayı başarmıştı: Nemfomanyak bir kadının seks bağımlılığını nitelemek için kullanılıyorsa, erkeklerin seks bağımlılığına ne diyoruz? Neyse ki literatürde bunun bir karşılığı var, fakat nemfomanyağın daha popüler bir kelime olduğunu fark etmek bile filme hangi eksende bakabileceğimiz üzerine bir ihtimal sunuyor.
Dışımızda olan bitene, neye kızacağını, neye sataşacağını bilemeyen bir tavırla yaklaşıp düşmanı hep olduğu yerden daha başka yerlerde aramaya yatkın bir tavrı var çoğumuzun. Kapitalizm, ataerkillik,  artık bize hayal gibi gelen hak, adalet umurumuzda değil; ama bir kadın çocuğunu terk ettiyse, kocasını aldattıysa kolaylıkla gündemimiz olabiliyor.
Kapitalist sistemin hepimizi bir başkasıyla yeri doldurulabilir hale getirmesi, yeri doldurulabilir olmamızınsa harcanabilir olduğumuzu ima etmesi bizi rahatsız etmiyor. Daha ötesi insanlara kapitalizmin bize baktığı gözle bakmaya başlayıp ilişkilerimizi de karşımızdaki insanın yerine bir başkasını koyabilecek olmanın rahatlığıyla pek zora gelmeden idame ettirebiliyoruz. Harcanan emeklerin boyutu, harcanabilir olmaya hiçbir engel teşkil etmiyor. Ama ilişkinin cinsel bir düzleme kaydığı noktada “değiştirilebilirliğin” kolaylığı, harcayabilirliğin acımasızlığı bir hastalık olarak gözükmeye başlıyor. Gerçi haksızlık etmeyelim harcayan erkekse yine sorun değil, bu nedenle herhalde en büyük sıkıntımız kadının cinsel hayatı.
Kavramlar arasından kadını bu kadar kolayca çekip alabilmek sorun’un başladığı yer olsa gerek. Kadın derken bir özne ya da nesne olarak kadından değil, dilsel anlamda kadının bize çağrıştıklarından bahsediyorum. Buradaki eleştiri, Derrida’nın sözün hakikat olduğunu benimseyen Batı düşüncesine karşı eleştirisiyle aynı tabandan besleniyor. Bu düşünce sistemi, kavramları karşıtlarıyla beraber sunarken karşıtların bir terimini “hakiki olan” olarak diğeriniyse olumsuzlamalar bütünü olarak kodluyor (1).Örneğin, aynı gerçeklikte yaşayan insanların, kendi geçmişlerine bağlı olarak farklı doğrular üretmesi söz konusuyken bile, söz-merkezcilik doğrunun karşısına yalanı rahatlıkla konabilir duruma getiriyor. Erkek karşıtlığı üzerine kurulan kadın da gerçeğin karşısında duran yalan, iyinin karşısında duran kötü kadar bulanık bir ayrım olmasına karşın belli kabullenmelerle, çoğunlukla bilinçsizce gerçekleşen razı ediş ve edilişlerle sahte bir netliğe kavuşuyor. Bu netliğin bir tarafındakilerin, seviştikleri ölçüde kimlikleriyle olan bağları güçlenirken diğer tarafta sevişirken kimliğine yabancılaşanlar var.
Lars von Trier’in hikayesindeki Joe, sadece aforoz edilmeye çalışılan değil aynı zamanda toplumu aforoz eden bir karakter olarak karşıtlıklara meydan okuyor. Çünkü yola iki taraftan da çıktığımızda sadece “normal” olmayan değil, aynı zamanda toplum tarafından “normal”in dış çeperlerine doğru itilen bir kadın görmek mümkün ve bu itilmenin edilgenliği erkek/kadın karşıtlığında olumsuzlanan taraf olmaktan başlayarak kök salıyor. Bu kökün kılcallarına doğru çıktığımız yolculukta ise dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Hikaye bilinçli bir kurgu olmaktan ziyade odadaki nesnelerde ya da Seligman’ın yorumlarında geçmişin fotoğraflarını gören Joe’nun o an hafızasından geçenlerle şekil buluyor. Bu yüzden Joe’nun iç dünyasında dışarı çıkmak için baskı yapan kısımların gücünü bir yana bırakırsak dış dünyanın raslantısallığından (o an içinde bulunduğu evin Seligman’ın evi olmasının, onu dinleyen kişinin Seligman olmasının raslantısallığından) bahsedebiliriz. Bu da bizi o an Joe’nun anlatısında kendine yer bulamayan başka hikayeleri düşünmeye götürür.
Pek çok yönüyle uzun bir psikanaliz seansı gibi ilerleyen hikaye, Joe’nun bilinçaltının şekillendiği zamanları merak ettirse de Joe’nun hikayesindeki boşlukları yazmak bize kalıyor. Bu boşlukların biz doldurdukça aldığı şekilden mutlaka bizim tarihimiz de sorumlu olacak; tarihimizin sadece ulaşabildiğimiz değil ulaşamadığımız noktaları da üstelik. Çünkü aslında Trier, Joe’nun hikayesini Joe’nun kendi ağzından anlattırırken ve kurguyu Joe’ya bırakmış izlenimi yaratırken biz izleyicilere de izlediğimiz her sahnenin, ekranda beliren her görüntünün bizim geçmişimizle farklı farklı hikayelere evrileceğini hatırlatmış oluyor. Bu yüzden, bu filmi izleyip sadece bir “porno” görebilmek mümkün. Porno kültürümüzün gelişmişlik seviyesinin de bu yargıyla bir alıp veremediği olmayacaktır. Ama ben bu filmi kadının bir nesne olarak sunulduğu porno filmlerden ziyade kendi vücudunun nesne olarak sunulmasına karşı çıkan bir kadının edilgenlikten etkinliğe geçme ve bedenin özgürlüğüne ulaşma çabası olarak okuyorum.
Bildiğimiz tanıdığımız kadın imajından taşan Joe, mücadelesiyle Lacan’ın “kadın yoktur” önermesine de göz kırpıyor. Kadının kendini tanımlayamadığı, sadece erkek bakışının dile dökülmesiyle tanımını bulup onun içine yedirildiği bir düzende elbette kadın yok. Kadın, yegane varlık sebebi doğurmak ve çocuk büyütmek olan, bu kutsal amaçlara halel getirecek her türlü davranıştan uzak durması gereken bir varlık olarak yaratıldı. Güç, farklılıkları hiyerarşik bir düzleme kaydırıyorken kadının farklılığı erkeğin hakimiyetine meşru bir kılıf olarak sunulmaya çalışıldı ve bu kılıfı örmeye kadın bedeninin patolojikliğinden dem vurarak pozitif bilim insanları bile katkıda bulundular. Bu sebeple, bu kılıfı yırtıp atan farklılığını kendisinden beklenenden farklı bir şekilde kullanarak güce boyun eğmeyenler toplum tarafından (toplumun katkılarını da hiçe sayarak) hasta ya da anormal olarak görülüyorlar.
“Öteki” tarafından yönetilen oyunun parçası olan öznenin bu oyuna etkin katılımı, başka özneleri kendi yönettiği oyunun bir parçası yapabilmesini gerektirir (2). Joe’nun erkeklerle ilişkisi de biraz böyledir. Beraber olduğu erkeklerin her birine ilk orgazmını yaşadığını söyler ve akabinde bu erkeklerin kendileriyle nasıl gurur duyduklarını görürüz. Erkeğin kendini tam da “erkek” olarak güçlü hissettiği nokta bir yalandan, oyundan ibarettir.
Joe kimliğini nemfomanyaklık üzerinden kurduğunda bir kadın olarak yarattığı farklılık, kendisini erkeklerle kurduğu ilişkide dominant taraf haline getirmiştir. Tabii bu “aşkın hakim olduğu toplumla mücadele etmeye adanmışlık” ile de ilintili bir durumdur. Çünkü aşka teslim olmak kadın için davasını ardında bırakma riskini barındırır.
Bunun güncel bir örneğini Sally Potter “dava”sını bir erkeğe aşık olunca bırakan ve savaştığı şeye dönüşen Rosa karakteriyle ‘Ginger and Rosa’da vermişti. Joe da hep reddettiği yakın ilişkiyi Jerome ile yaşıyor. Jerome, Joe’nun karşısına hep tesadüflerle çıkması bakımından hikâyenin inandırıcılıktan uzak bir yerinde duruyor. Bununla birlikte ilk cinsel ilişkiyi Jerome ile yaşamış olması ve bu cinsel ilişkideki eksiklik, tamamlanma arzusunun nesnesi olmayı en uzun süre başaran kişinin Jerome olmasını manidar kılıyor. Zira birden fazla kere duyduğumuz “tüm deliklerimi doldur” yakarışı bu tamamlanma arzusunun söze dökülmüş hali gibi. Bu bakımdan Joe’yu dinleyen Seligman’ın Joe ve orgazmı arasındaki ilişkiyi Zeno’nun ünlü paradoksunun kahramanları olan Aşil ve kurbağaya benzetmesi akla Lacan’ın paradoks hakkındaki düşüncelerini getiriyor.  
Paradoks, Aşil’in kurbağayı ne kadar hızlı koşarsa koşsun yakalayamayacağını, onu yakalamak için sonsuz zamana ihtiyaç duyacağını söyler. Lacan’a göre Aşil’in durumu iki sonuç doğurabilir; ya kurbağanın hep gerisinde kalacaktır ya da kurbağa çoktan geride kalmıştır. Sadeci hareket (Sadeian movement) olarak bilinen ilk seçenek her seferinde biraz daha yaklaşsak bile mesafenin hiç kapanmayacağı, önümüzde hep bir çaba daha olacağı anlamına gelir. Don Juancı hareket(Don Juanian movement) ise aceleci bir kovalamayı çağrıştırır, burada kurbağa geride kalmışçasına vazgeçip baştan başlanan yarışlar söz konusudur (3). Bu yüzden paradoks “her cinsel tatminde daha fazlasını isteğini” ifade eden Joe’nun durumunu iki tür yorumla da açıklıyor. Jerome ve Jerome dışındakiler diye bir ayrım yaptığımızda tam da Sadeci ve Don Juancı hareket ayrımında durmuş oluyoruz. Joe seks yaşantısını Jerome’a indirgediğinde kısım kısım gerçekleşen bir tanıma süreci başlar ama bu kısımlar birbirleriyle birleşip bir bütün oluşturamazlar. Joe ısrarla bir bütünlük görmeyi ve onunla özdeşleşerek (identification) eksiklik duygusundan kurtulmayı ister. “Tüm deliklerimi doldur” yakarışı yine bu isteğin dışavurumudur. Bir süre sonra Jerome ile seks yaparken bir şey hissetmemeye başlaması ise dümdüz yolda ilerlemenin işe yaramadığını, bütünlemediğini kabullenmekle ilgili olabilir. Zira yeniden daireler çizilir; Joe, Jerome’un da desteğiyle başka erkekleri görmeye başlar. Jerome, buna izin verse de en çok sevilen olduğunu bilmeye ihtiyaç duyar. Joe’nun hayatındaki erkekler Jerome ve diğerleri olarak ikiye ayrıldığında diğer bütün erkeklerin toplamından daha büyük olduğunu bilmenin hazzını yaşamak ister gibidir biraz da.
Bu imkansız hazzı kovalama durumu Lacan’ın jouissance kavramıyla açıklanabilir. İngilizceye “enjoyment” (zevk) olarak çevrilse de jouissanceulaşılamayan tatmin edilemeyen bir zevktir ve aşırı şiddet yoluyla da kendisine ulaşılabileceği vaadini taşır. Nitekim Joe da sonunda sadist K’in kapısını çalar ve şiddet seanslarına başlar. Yeni nesnesini bulan arzunun şiddeti “annelik duygusu”ndan üstün gelir ve bakıcı olmasa da Joe çocuğunu evde yalnız bırakarak K’e gitmeyi sürdürür. Jerome’u çıldırtan bu durum çocuk sevgisi midir yoksa çocuğunu evde bıraktıracak bir hazza koşan Joe’nun hayatındaki üstünlüğünün sarsılmasından doğan narsistik bir öfke patlamasıdır bilinmez; ama sonunda iş Joe evden çıkmasın diye çocuğu kullanmaya kadar varır. Joe, Jerome’un tehditlerine rağmen K’e gider ve orada fallik nesne olmadan acının da teşvikiyle koltuğa sürtünerek tatmine ulaşır.
Bir kadının nemfomanyak olma sınırı zaten muğlakken bir de işin içine kadının kadın olma sınırının muğlaklığı girdiğinde elimize sadece boş yere yakınsamaya çalıştığımız bir terim kalıyor aslında. Peki insanlar üzerine yapıştırılan, kötü anlam çağrıştıran etiketlerden nasıl kurtulur ya da kurtulmalı mıdır?
Zenci ifadesini rahatlıkla kullanan Joe’nun gözünden bakarsak kelimelerden sakınmak demokrasinin geri sayması anlamına gelir, dilden bazı sözcükleri çıkarmaya çalışmak iktidar zayıflığı göstergesidir. Rehabilite edilmesini lüzum gören toplum tarafından grup terapisine başlatılan Joe’nun, kendisini seks bağımlısı yerine ısrarla “nymphomaniac” olarak nitelemesi, aslında biraz da bu sıfatı rehabilite etme çabası gibi okunabilir. Dilin düşüncelerimize egemen olmasına meydan okumak, kelimeleri tersyüz ederek kendi dilimizi oluşturmaya çalışmak bu rehabilitasyon sürecinin başarıya ulaşması anlamına gelecektir. Bunun güzel bir örneği yakın bir zamanda Haziran Direnişi’nde de verildi. Hakaret amaçlı kullanılan çapulcu kelimesini onurla sahiplenen insanlar ‘çapulcu’yu olumsuz anlamlarından azade edip kendi kimliklerinin bir parçası haline getirdiler. Joe’yu zenci kelimesini kullanmaya iten anlatı da zaten yine bir dil sorunu üzerinde şekilleniyordu. Dilin müdahale etmediği bir alan yaratma arzusuyla dilini bilmediği “zenci”lerle sevişmek isteyen Joe, dışarıdan olanı mümkün olduğunca itelemek istiyordu. Filmin bu noktalara temas etmesi Kristeva gibi, Irıgaray gibi post-feministlerin kadının özgürleşmesinde dili ön plana çıkardıkları da düşünüldüğünde baktığımız kadın mücadelesi eksenini destekliyor.
Kendi’nin reddiyle gerçekleşmeye tabi olan ısmarlama bir bütünlük, özgürlük duygusunu (kendi olabilmenin özgürlüğü), toplum tarafından kabul görmeye yeğ tutan biri için ne kadar tercih edilesi olabilir veya Joe bir diğer yolu seçseydi, çocuğuyla kalsaydı daha mı iyi olurdu?
Filmin sonu bu haliyle de “iyi” bitmiyor; ama pek gerçek bitiyor, gerçekliğimizin mutsuzluğuna benzeyerek bitiyor. “O kadar kişiyle yattın, benle de yatarsın” rahatlığıyla Joe’ya tecavüz etmeye kalkışan Seligman’a şaşırıyor muyuz? Şaşırmamalıyız; çünkü kadının karşılaştığı gerçeklik tam da bu. Kendini ne kadar ifade ederse etsin asıl arzuladığı tanımaya (recognition) ulaşamamak, erkek bakışının kalıplarından kurtulamamak (bu erkek entelektüel seviyesi epey yüksek olan biri olsa bile).  
Laura Mulvey’in tezine göre zaten çoğu film bu erkek bakışı (male gaze) üzerine kodlanıyor. Baktığını egemenlik altına alıp onu tanımlama yetkisine sahip olan bu bakış, kadını nesneleştirmekle kalmıyor,  zamanla kadının içselleştirdiği ve kendine mal ettiği bir şey haline geliyor. Yani aslında tek başına “erkek bakışı” bakan erkeği özne bakılan kadını nesne durumuna sokarak güç ilişkisinin dominant tarafını belirlemiş oluyor. İktidarı her seferinde yeniden üreten bu bakışa meydan okumanın yolu ise başka türlü bakabilmekten geçiyor: hep düz bakmaktan vazgeçip yamuk bakarak kısırdöngüyü kırmaktan.
Zizek’in “Yamuk Bakmak” adlı kitabında irdelediği bu bakış filmde de yerini buluyor. Odadan aldığı ilhamın tükendiğine inandığı ve hikayesine devam edemediği noktada, Seligman’ın bakış şeklini değiştirmesi önerisiyle karşılaşan Joe, duvardaki çay lekesine yamuk baktığında bir silah görüyor ve hikaye devam ediyor. Kısırdöngüyü kırma alternatifi olarak sunulan bakışın nesnesi olan silah, filmin sonunda patladığında bakışı değiştirmese de yok etmiş oluyor. Filmin sonunda patlayan o silah aslında daha önce de patlamıştı, Jerome çocuğunu Joe’ya karşı silah olarak kullanmaya kalkıp başarılı olamayınca da patlamıştı ki hatırlarsanız çocuğunu pek düşünen Jerome annesi onları terk ettikten sonra çocuğu başka bir aileye veriyordu.
Trier bir röportajında filmlerin ayakkabının içine kaçan taş misali rahatsız edici olması gerektiğini söylüyordu. Ayakkabının içindeki taş küçük olsa bile her adımda hissettirir kendini. Hatta bazen onu çıkarttığınızda o kadar küçük olmasına şaşırırsınız. Nymphomaniac da ayakkabının içindeki taş misali rahatsız ediyor. Ama filmdeki gerilim    “açık” sahnelerden değil, sosyal yaşantının insandan talep ettikleri ve insanın zevk arayışı arasındaki gerilimden besleniyor. Bu nedenle belki de filmin yasaklanma sebebi o sahnelerden ziyade “başka bir kadın”ın mümkün olduğunu izleyicilere hatırlatıyor olması; Trier’in bir anlatma aracı olarak kullandığı seksi, “muktedir”ler de dikte ettikleri toplumun zorlama dengesini muhafaza etmek adına araçsallaştırıyorlar. (AA/ÇT)

12 Kasım 2014 Çarşamba

Bisiklet Kask Onarımı


İşte derdim yukarıdaki fotoğrafta da görüldüğü üzere kaskın içindeki süngerler. Yaklaşık 1,5 yıldır kullandığım Prowell F4000R kaskım. Her kullanımda yoğun bir tere maruz kalıyor tabii. Bu da zamanla kaskın içindeki parçaları zedeliyor. Süngerleri parçalanmak üzereydi. Çözümü basit. Aldım elime iğne ipliği, iç süngerlerin hepsini ince ince diktim. Bütün açılmaları kapattım böylece.




Daha sonra süngerlerin sabitlendiği cırtlardan bazılarının söküldüğünü fark ettim. Onlar daha önce de sökülmüşlerdi ve japon yapıştırıcısı ile  yapıştırmıştım. Kısa vadeli bir çözüm olmuş belli ki. Bu sefer plastik yapıştırıcı ile yapıştırdım. Sağlam oldular gibi.




Bu iki işlemin de ne kadar sağlam oldu, şu an bilemiyorum. Kullandıkça göreceğim. Eğer bir bozukluk olursa buraya yazarım.

10 Kasım 2014 Pazartesi

Eğitim-Sen: Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği

Eğitim-Sen'in 8 Kasım 2014'te düzenlediği Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği konulu konferanstan yetişebildiğim kadarıyla aldığım notlardır..

Konuşmacı: Eğitim-Sen eğitmeni Ayşegül Duman.

Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği

Topluma göre Cinsiyet Farklılığı = Toplumsal Eşitsizlik

Kadın ve erkek olmak bizlere öğretiliyor. Kadın erkek eşitsizliği tarihsel bir gelişim sürecidir. Örneğin; Bir lise açılışı. Kurdeleyi kesenler hep erkek ama makası getiren her zaman güzel, alımlı bir kadındır.

Erkek güçlüdür, kadın duygusaldır.
Erkek aile reisidir, kadın sevecendir..

Kadın erkek eşitsizliği iş sektöründe de oldukça yaygın. Örneğin; kadınlar tarlada çalışırlar ama kendi tarlaları olduğu halde para kazanmazlar. Bütün geliri erkek alır, erkeğin parayı istediği gibi harcama özgürlüğü vardır.
Ya da eski dönemlere bakarsak, kadınların terfi konusunda hep ikinci plana atıldığını biliyoruz.

Cinsiyetçi iş bölümü özellikle aile içerisinde boy göstermekte. Örneğin ev hanımları dışarıda bir işte çalışmadığı için daha çok zamanı var gibi görülür ama genelde kadınlar daha çok çalışırlar.
Kadının dışarıda bir işte çalışması ise çoğu zaman erkeklerin onayına bağlıdır..

Toplumsal cinsiyet çocukken bile peşimizi bırakmıyor. Bir kadının hamile olduğunu ve çocuğunun cinsiyetinin dün belli olduğunu düşünün. Hemen başlar odasının düzenlenmesi, kıyafetlerin, oyuncakların alımı.. Oğlan çocuğuysa mavi kıyafetler alınır; arabalar, tabancalar alınır oyuncak olarak. Kız çocuğuysa pembe kıyafetler; barbi bebekler alınır..

3-6 yaş civarlarına gelince yaşları oğlan çocuklarına çeşitli el hareketleri, küfürler öğretilir. Ama kız çocuğu bunları yapamaz. Çünkü kız çocuğu kibar olmak zorundadır.

Küfürler de çoğu zaman cinsiyetçi küfürlerdir. "Ananı sikeyim, amına koyayım, orospu çocuğu" gibi gibi.. Neden hep kadınlar üzerinden dönüyor bu küfürler? Afedersiniz, neden bir "piçin dölü" denmiyor?

Ataerkil kapitalist düzende erkekler kadınların bedenleri üzerinde de hakimiyet kurmak isterler. Çocuk doğurmayan kadına "eksik" gözüyle bakarlar. Bugün ülkemizde de bunu sıkça görüyoruz. Birkaç hafta önce "hamile kadın sokakta dolaşmaz" dediler, ondan önce "kürtaj cinayettir" dediler. Bir kadın tacize ya da tecavüze uğradığı zaman hakimler "ama kolu açıkmış, beli açıkmış, degajesi görünüyormuş, etek giymişmiş" dediler.. 13 yaşında bir çocuk onlarca kişinin tecavüzüne uğradığı zaman "rızası varmış" dediler..

Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği

"Erkek" kelimesi daha çok cinsiyeti ön plana çıkardığı için "Oğlan" kelimesini kullanmak -18 yaşını geçmemiş cinsiyeti kız olmayan çocuklar için- toplumsal cinsiyet karşıtlığı noktasında önemli bir kavramdır.

Okul kitaplarındaki yazılar ve resimler toplumsal cinsiyeti destekler niteliktedir. Kitaplardaki resimlerde erkeklerin meslekleri vardır, kadınlar evde çocuk bakarlar. Anne yemeği yapar, masayı hazırlarken baba işten çıkmış, eve gelir..

Eğitimde toplumsal cinsiyeti eşitliğini sağlamak için 6 öneri:

1- STK'ların yaptıkları araştırmalar dikkate alınmalıdır. Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Birimi'nin bu konularda yaptığı çalışmalar mevcut ama malesef kimse dikkate almıyor.

2- Sınıflarda oyun köşelerinin karma bir şekilde oluşturulması da büyük önem arz ediyor. Bir köşeyi oğlanlar için futbol köşesi, diğer köşeyi kızlar için evcilik köşesi yapmak başlı başına bir ayrımcılıktır. Bütün oyunlar bütün çocuklar içindir..

3- Okul koridorlarında hep birilerinin resimlerini görürüz. Genelde de padişahların ya da büyük mimarların.. Ve hepsi de erkektir. Neden bir Türkan Saylan ya da bir Marie Curie yok?

4- "Kadın" kelimesini kullanmalıyız. Dil kullanımı da büyük önem taşımakta.

5- Öğretmen öğrenciler için her zaman bir rol modeldir. Bir erkek öğretmenin örneğin gelenekselden çıkıp da siyah yerine kırmızı bir pantolon giymesi, öğrenciler arasında da "ben de kırmızı pantolon giyebilirim" düşüncesi yaratabilir. Ya da eskiden kız çocuklarının pantolon giymesi garipsenirdi, pantolona erkek kıyafeti olarak bakılırdı. Böyle bir durumda bir kadın öğretmenin okula oantolon giyip gelmesi, çocuklardaki bakış açısını geliştirebilir.

6- Özellikle ilkokullarda gördüğümüz meslek tanımlarında, meslekleri cinsiyetlere göre ayırmamalıyız. Bir kız çocuğu da başbakan ya da cumhurbaşkanı olmayı istediği zaman erkek arkadaşları "kızlardan başbakan olmaz" dememelidir. Bu algıları ortadan kaldırmalıyız.


Konuşmacıdan kitap önerileri: İnsan Nasıl İnsan Oldu, Ateşle Oynamak, Mülksüzler...

________________________________________________

Yazarın notları:

Konferans konuşmacısı Ayşegül Hanım'ın üslubunu beğenmediğimi söylemek isterim. Her 3 cümlesinden birinde erkeklere giydiren bir üslubu sanıyorum ki feminist olmayan kimse sevmez. Feminist olduğunu kendisi de belirtti. Feministlere karşı bir antipatim yoktu ama Ayşegül Hanım'dan sonra bir önyargı oluştu bende malesef.

Yukarıda yazmadım ama konuşmasının bir noktasında "Kendi cinsiyetimizi seçme hakkımız yoktur" diye bir cümle kurdu ki o an neyse ki orada bir trans yoktu dedim içimden. Daha sonra bir başka katılımcı arkadaşla bunun tartışmasını yaşadılar zaten; Ayşegül Hanım'a cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliğini anlatmaya çalıştık..

Bu konularda ilk kez böyle bir etkinliğe katılan birisi için yeni bakış açıları üretilmesi adına "kısmen" faydalı olabilecek bir konferanstı..

5 Kasım 2014 Çarşamba

Kadın Olmak Üzerine

Bundan böyle dışarı çıkarken yüzüme değil, vajinama makyaj yapacağım. Çünkü ne kıymetli bir şeyse kendileri; benden, düşüncelerimden, hislerimden, kaşımdan, gözümden daha fazla ilgi ve itibar görüyor. Zannedersin hazine saklı dibinde, ne varsa artık onda herkes önce onu merakta. Ne kadar akıllıymışsın, ne kadar güzelmişsin, ne kadar ağzın laf yapıyor, hayatın neresindesin hiçbir önemi yok, önemli olan iki bacağının mesafesi ne kadar sürede açılacak, yatağa giden yolda ne kadar zorlayacaksın şartları.

İlk sınandığın yer bu garip ilişkiler silsilesi işte, kadın olmanın ağırlığı daha ilk günde dikiliyor karşımıza, hem korunaklı olman lazım hem gerektiğinde korunaksız, hem bir gizem kutusu olmalısın hem gerektiğinde alabildiğine açık seçik, hatta öyle her yerini göstermemelisin ama dekolte vermezsen de olmaz. Gerektiğinde bir porno yıldızı kıvamında, gerektiğinde el pençe divan durmayı bilmen gereklidir.

Ailelerimizin, ebeveynlerimizin aman kızım sakın! baskıları bir yandan, bir yandan sevgililerimizin "ama öpmezsem olmaz ki, bir kereden bir şey olmaz ki" naraları, bir yandan toplumun o dayanılmaz baskıları eşliğinde büyümek öyle çokta kolay olmadı hiçbirimiz için. Kadın denilen varlığa öğretilenler ile ondan istenenlerin arasında ki uçurum, bizi zamanla anlaşılması güç, içinde farklı karakterler barındıran varlıklar haline getirdi sanırım. İşte tam burada ufacık bir örnek vereyim size, kaçınızın kulağına fısıldanmadı şu yazacaklarım, evde ev hanımı, yatakta fahişe, dışarıda hanımefendi olmalısın, af buyurun da kadın nasıl çarpışmasın bu durumda kendi içinde, bu durum karşısında bir süre sonra nasıl karışmasın hayatlarımız birbirine.

Kadın bir yandan kendi hormonları ile bir yandan bilinçaltına üstüne her yerine yerleşmiş yargıları ile bir yandan sağdan soldan gelen istekler ile hayatı bir yerinden tutmaya çalışıp, karşı cinsle ilişkilerini ayakta tutmak için yırtınır deyim yerinde ise. Gün gelir ya düzenli bir ilişkinin içinde bulur kendini ya da artık çoluk çocuğa karışma vakti gelir ve başka anlaşmazlıklar dikilir karşısına.

Kadın iş yerinde erkeklerle boğuşacak kadar cevval, annelik görevlerini yerine getirirken hassasiyetin dibine vuracak kadar yufka yürekli, hayat arkadaşına karşı dünyanın en seksi kadını, mutfaktaki hüneri aşçılarla yarışacak kadar iyi, arkadaşları için 4 kulağa sahipmiş gibi iyi bir dinleyici, şifreli kasaymış gibi iyi bir sırdaş olmalıdır. Bütün bunları yaparken cilt bakımını, manikürü, pedikürü, ağdayı unutmamalıdır, dip boyası gelmeden olaya müdahale etmeli, hayat arkadaşı sıkılmasın başka kadınların koynuna yılan gibi süzülmesin diye değişiklikler yakalamalı fanteziler üretmelidir ve tüm bunları yaparken yorulmamalı, hayıflanmamalı, söylenmemeli ve dik durmalıdır. Bu karmaşanın içinde hepimiz bilmez miyiz bir süre sonra hayatımızda ki adama çocuğumuz gibi davrandığımızı ya da kız arkadaşlarımıza bile hayat arkadaşımıza yaptığımız gibi kapris yaptığımızı ki bunlar en küçük çarpışmalarımızdır.

Sonuç olarak, benim tüm bu yazarken yorulduklarımın içinde, vajinamızı sakınma çabaları, aşkımızı koruma harekatları, ailemizi koruma iç güdüleri ile biz kadınlığımızdan çekiyoruz, kadınlığımız bizden!

Kaynak: "UKÜ* İtiraf" adlı Facebook grubundan 2011 yılına ait bir alıntı..

*Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi

18 Ekim 2014 Cumartesi

Küresel BAK - 100 Yıllık Savaş Yeter! Uluslararası Konferansı Dinleyici Notları(18.10.2014)

Burada yazanlar, konferans sırasında konuşmacıların söylediklerini yetişebildiğim kadarıyla not aldıklarımdır. Mümkün olduğunca saptırmadan, doğru anladıklarımı yazdım. Yine de hatalarım olabilir.

Mevzu: Avrupa'da 1. Dünya Savaşı dönemi, bu dönemde Kürtler'in ve Ermeniler'in durumu, Ermeni Soykırımı, Kürt Tehciri...

Tarihçi - Prof. Dr. Jay Winter(Yale Üniversitesi)



1. Dünya Savaşında 10 milyon insan öldü. Milyonlarca kayıp var. Bu savaşla beraber sivil halk da hedef haline geldi. Ermeni soykırımı da bu döneme denk gelir ve bu sivil hedefinin bir parçasıydı. O günden bugüne ölen milyonlarca insan için anma törenleri düzenlendi, anıt mezarlar yapıldı. Ama bunların birçoğu halk tarafından yapılmıştır. Çünkü devletler unutur, unutmayan halktır. Avusturalyalılar'ın her yıl Çanakkale'yi ziyareti gibi halk anmalar gerçekleştirir. Bu, onlar için müslümanların haccı gibidir.

Halk arasında savaşı kazanmak diye bir şey yoktur. İnsanlar savaşta çocuklarını, kardeşlerini arıyorlardı. Halk için önemli olan buydu. Anmaların halk tarafından yapılmasının, devlet tarafından yapılmamasının sebebi de işte bu. Devlet unutur, halk unutmaz.
Fransa, İngiltere son derece hiyerarşik düzene sahip ülkelerdi. Kimse eşit değildi. Ama savaşta, savaşta herkes eşitti işte. Komutanlar da ölüyordu, erler de, siviller de..
Anmaların devlet tarafından değil, halk tarafından yapılmasının getirdiği birtakım zorluklar vardı. Bunların başında da bütçe sıkıntısı geliyordu. Bu yüzden en az maliyetli olarak dikili taş yaptırılırdı.
Günümüzde savaş zaferlerinin kutlanması pasifist bir eylem olarak devam etmektedir. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi, insanlar paradan önce sevdikleri insanları özlüyor.

Soru - Cevap

Soru: Gelecekte savaşlar uzaktan, biyolojik saldırılarla devam eder mi?
Cevap: Biyolojik savaşlar günümüzde ve yakın zamanda pek mümkün değil. Çünkü doğa şartlarını da hesaplamak zorundasınız. Örneğin kimyasal bir gaz atacaksınız. Ama öncesinde rüzgarın yönünü, şiddetini vs. hesaplamalısınız. Size ulaşmaması gerekir. Bu tip nedenlerden dolayı pek mümkün değil.

Soru: ABD'nin savaştan sonraki durumu?
Cevap: ABD savaştan en az zararla, hatta en büyük karla çıkan ülkeydi. Sadece 110.000 asker kaybettiler ve bunun 55.000'i İspanyol Gribi yüzündendi. ABD'nin sadece burnu kanadı diyebiliriz.
_______________________________________

Serbest Araştırmacı - Namık Kemal Dinç

Namık Kemal Dinç(Sağda)

Savaşların öğretimi, hafızaların silinmesiyle başlar. Çünkü devletler savaşları kendi bilmek istedikleri gibi bilinmesini isterler. Bizde tarih, Ermeni Soykırımını unutturmak, Kürtleri yok saymak üzerine kurulu. Bana göre Kürtler, 90lardan itibaren uluslaşmaya başlamışlardır.

Kürtler Osmanlı Devleti içerisinde milliyetçilik akımından en az etkilenen ulustu. En çok etkilenenler ise Balkan milletleriydi. Kürtler, dernekleşme ve basın-yayın alanlarında diğer azınlık milletlere kıyasla çok geri kalmışlardı. Toplam dernek ve gazeteleri 5'er taneyi bile bulmaz. Kürt halkı bu dönemde siyasi birliği olmayan bir milletti. Milli bilinci Osmanlı üzerine kuruluydu. Osmanlı askerlerinde Celadet Bedirxan Azerbaycan'da savaşmış, Osmanlının sevilen bir komutanıydı. Bir dilbilimci olan Bedirxan, ileride Kürt alfabesini hazırlayacak ve Kürt milliyetçi örgütü Hoybun'u kuracaktır. Kürt hareketleri bu şekilde başlayacaktır. Abdurrezzak Bedirhan ise daha sonra Ruslar ve Ermenilerle iş birliği yaparak Kürdistan'ı kurmaya çalışacak ancak Ermeni Soykırımı ve 1. Dünya Savaşı gibi siyasi sorunlardan dolayı başarılı olamayacaktır.

Osmanlı, bir homojenleştirme politikası uygulamıştır. Türkçe'den başka isim konmasını yasaklama, tüm halkı müslümanlaştırma gibi çalışmalar yapılmıştır. Bugün halen müslüman Ermeniler'e rastlanmaktadır. Rum tehciri de bu döneme denk gelmektedir.

1916'da Kürt Tehciri(Diyarbakır Tehciri) de yapılmıştır. Darbe ile başa geçen İttihat ve Terakki iktidarının milliyetçi akım ile hareketlerinden birisidir. Amaçları, Doğu'da çoğunluk olan Kürt halkını bölgeden dağıtmak ve azınlık haline getirmekti. Bugün Diyarbakır'a gittiğimiz zaman herkes daha dün olmuş gibi hem Kürt tehcirini hem de Ermeni Soykırımını hatırlıyor. "Şu tepede idamlar yapmışlardı" diyorlar. Dönemin şiddet düzeyinin yüksek olması sayesinde hafızalara bu denli kazınmış, bugünlere kadar ulaşmıştır.

Kürtler ve Ermeniler'in ilişkileri 1000 yıl öncesine dayanmaktadır. 1000 yıldır Anadolu'da birlikte yaşayan iki millettir Ermeniler ve Kürtler.

Ermeni soykırımı genel olarak yerel jandarmalar tarafından gerçekleştirildi.

Anadolu, Osmanlı için çok da değerli bir bölge değildi. Ta ki Balkanlar'dan kovulana dek. Balkanlar'dan kovulduktan sonra Anadolu değerlenmiştir Osmanlı için. Mart 1916'da İçişleri Bakanlığı bir talimatname(Kürt Talimatnamesi) yayınlar. Talimatnamenin 8. maddesinde: "Kürtler, savaştan sonra *mülteci olarak iç bölgelere yerleşemeyeceklerdir". Bu talimatnameden sonra 768.000 kişi göç ettirilmiştir. Tarihte buna Kürt Mülteciler Olayı denir. Bugün Kobane, Kürtler'in ulus mücadelesinin en iyi göstergesidir.

*Mülteci: O dönemlerde mülteci kelimesi günümüzdeki anlamıyla kullanılmıyordu. Savaştan çıkıp yurdun iç kesimlerine göç edenlere mülteci deniliyordu.

Yazarın notu: Bu kaynaktan Kürt Talimatnamesi ve Kürt Tehciri hakkında detaylı bilgiye sahip olabilirsiniz: http://www.toplumvekuram.
_______________________________________

Mimarlık Tarihi Doktora Öğrencisi - Kerem Kabadayı

Kerem Kabadayı

11 Eylül saldırıları sonrası Orta Doğu


Bush yönetiminin sabırsız saldırıları bugün hem terör örgütlerine zemin hazırladı hem de NATO askeri birliğinin Afganistan'a yerleşmesine imkan verdi. Irak'ın ABD'ye karşı terör örgütlerini beslediği, nükleer silah ürettiği gibi sebeplerle ABD Irak'a girdi. Aradan geçen yıllara rağmen bu iddiaları destekleyen delillere ulaşılamadı. Bölgede barışın sağlanmasının tek yolu ise dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin birlik olabilmekte.

3 Ekim 2014 Cuma

Otostopla Seyahatin Ticari Dönüşümü

Dünya'daki yüz binlerce otostopçunun otostopu seçmesinin her biri için birçok farklı sebebi vardır. Kimisi parası olmadığından, kimisi para harcamak istemediğinden, kimisi keyif aldığından, kimisi de doğayı daha fazla kirletmek istemediğinden...

Tüm bu sebeplerden yola çıkarak yepyeni bir sektör oluşmaya başladı. İnternette adını artık sıkça görebileceğimiz bir sektör; yolculuk paylaşımı(uzun uzun açıklamayayım şimdi, Google amcadan rahatlıkla öğrenebilirsiniz).. Bu sektör bana otostopun kapitalistleşmesi gibi geliyor. Kapitalizmde şöyle bir uygulama vardır; bir çalışana öyle bir maaş verirsiniz ki, o çalışan hayatı boyunca o maaştan şikayet eder ama hiçbir zaman da o maaşı bırakıp gidemez. Öyle bir orta noktadır işte bu. Yolculuk paylaşımında ise otostoptaki gibi beklemiyorsun, otobüse verdiğin paradan daha az para veriyorsun ve en az otobüs kadar hızlı gidiyorsun. İşte bu yeni sektörün cazibesi bütün bunlar..

Peki Otostoptan Neden Daha Kötü ?

Aslına bakarsanız evet, o kadar da kötü görünmüyor. Ama aslında insan tam otostopla paradan uzaklaşacakken, özgürleşecekken yine paraya bağımlı hale geliyor. İnsanın nefsini sınıyor adeta. "Şimdi buradan Antalya 60 lira, ben adama vericem 30 lira, cebimde 50 lira, bana kalacak 20 lira... bla bla bla..."... Bitmiyor para hesabı bir türlü. Kapitalist sistem bize "o 20 lira sana yetmez orada, gel biraz çalış da para kazan" diyor, biz de "haklısın abi, çalışmalıyım, para kazanmalıyım" diyoruz. Geçim sıkıntısını biz kendimiz kapitalist sisteme dahil olarak oluşturuyoruz.

Bu sektör gelişimini sürdürdükçe otostop kültürü gelişemeyecek, özel araç sürücüleri trafiklerden eksilmeyecek, paraya bağımlılığımız tam gaz devam edecek..

Otostop Günlüğü - Edirne'den Elazığ'a Gitmek

Başlıkta gitmek dedik ama aslında bir zaman sonra gitmeye çalışmak oldu durum. Toplamda yaklaşık 22 saatlik bir yol her ne kadar deneyim, macera gibi görünse de benim açımızdan hem maddi hem de manevi bir zarardı. Baştan alalım...

11-14 Şubat tarihlerinde gerçekleşecek olan 23. Gençlik Konseyi için Elazığ'a gitmeye kadar verdim. 100'erden toplam 200 lira tutacak olan yol parasından yırtmak için ise otostop ile gitmeye kadar verdim.

Trakya bölgesi Türkiye'nin en kolay otostop çekilen bölgesidir. Yaklaşık 50 dakikanın ardından bir Audi marka araç ile İstanbul yoluna koyulabildim. Araç sahibi beni Silivri'ye kadar götürdü ve oradan da otobüse bindirdi. Böyle insanlarla da karşılaşabiliyorsunuz işte. Ailemin İstanbul'da olması, dolayısıyla evimin İstanbul'da olması, otostopta kesinti yapmama olanak verdi.

Birkaç gün İstanbul'da takıldıktan sonra bir sabah Gebze gişelerine giderek otostop noktasına ilerlemeye başladım. İlk arıza bu noktada baş gösterdi; polis ! Otobana çıkmama izin vermeyerek bana otogarı tarif etti ve geri gönderdi. Ama durmak yok dedik, yola devam. Az gerideki alt yola inip üst yolun öbür tarafına, polislerin olmadığı tarafa geçtim. Kafamı hiç çevirmeden yoluma devam ettim. Sorun yok, otostopa başladım :) Normalde 1 saat bekler, taksi durmazsa kamyonlara el etmeye başlarım ama orası da hiç öyle değilmiş ki. En yavaş taksi 110-120 ile gidiyor. Hayatta durmaz o hızla gelen bir taksi dedim ve kamyonlara da el etmeye başladım. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra bir kamyona binebildim. Kamyon Eskişehir'e gidiyordu, bense Ankara'ya. Dedim, Eskişehir'e gideyim, orayı da bir görmüş olurum. 3,5 saatlik bir yolculuğun ardından Eskişehir sokaklarındayım :)

Eskişehir'i gezerken Ankara'ya hızlı tren için bilet aldım. Tren saatine kadar Odunpazarı civarlarında dolaştım, kitapçılara uğradım. Ben mi yanlış yerlere gittim yoksa harbiden mi öyle bilmiyorum ama hiç de anlatıldığı gibi bir şehir gibi gelmedi bana. Sıradan bir şehir yani. Çok bir yaşanılası özelliği yoktu. Akşam 6:30'daki hızlı tren ile Ankara'ya geçtim. Sizlere önerim, akşam vakti gidiyorsanız pencere kenarı diye tutturmayın. Zaten bir halt göremiyorsunuz :)

Ankara'ya vardım 1,5 saat sonra. Burada Yiğit Can'da kalacaktım. İsmine hala güldüğüm EGO kartımı aldım ve tarifleri üzerine önce metroya, sonra da Ankaray'a binerek Beşevler'deki evine ulaştım. Bu gece buradayım, sabah Güven ile buluşup Elazığ'a doğru otostopla devam.

Güven'in "Bir Pazar kahvaltısı yapamayacak mıyım yeaa" diye söylenmelerine rağmen sabah 10:20'de otostop için Samsun yoluna çıkabildik. Çok geçmeden bir araca bindik ve Kırıkkale'ye gittik. Şoförümüz eski bir özel hareketçı çıktı. Polislerle arası pek iyi olmayan bizler her ne kadar rahatsız olsak da yarım saatlik yolu şoförümüzün gerçekliğinden şüphe ettiğimiz Doğu anılarını dinleyerek geçirdik. Daha sonra araç şoförünün ısrarı üzerine Sivas üzerinden değil de Kayseri üzerinden gitmeye karar verdik. Oradan başka bir araç ile Kırşehir'e geçtik.

Kabus başlıyor ! KIRŞEHİR !

Kamyon şoförlerinin çoğunun el kol hareketi yaptığı bir bölgedeyiz. 2 araç değiştirdik burada ve üçüncü aracı bekliyoruz. Otostop noktasındayız ve ikinci polis vakkası. "Amacınız ne sizin" sorusuna şaşkınlığı attıktan sonra cevap verdik, kısa bir sorgu sual ve GBT'den sonra yine otogar yolunu gördük. Otostop noktasından ayrılmadan polisler bırakmadı peşimizi. Daha sonra otogardaki çakal gişecileri gördükten sonra tekrar otostop yolundayız.

Erciyes Üniversitesinde okuyan birisine denk geldik ve çok geçmeden artık Kayseri'deyiz. Saat 18:00 civarı. Hava karardığı için yola tren ya da otobüs ile devam etme kararı aldık. Ne yazık ki tren yok. Otogara gittik ve 40'ar liraya biletimizi aldık. Zaten Ankara-Elazığ 50 liraydı. 10 lira da kâr etmedik. Yolda yiyecek-içeceklere harcadık o parayı. Yani elde var sıfır.

YUPPİİİ !!!

Gece 12 otobüsüne 11'de bindik ve sabah 5 civarı Elazığ'dayız. Geldik lan sonunda !

Siz siz olun, Kırşehir-Kayseri güzergahında otostop çekmeyin. Çok çekersiniz :)

8 Eylül 2014 Pazartesi

BTWIN Ayakkabı ve SHIMANO Pedal Testi

SATIN ALMA AŞAMASI

Bir süredir aklımda olan bisiklet ayakkabısını ve pedalını almak için en sonunda MarmaraForum'daki Decathlon'a gittim. Her gittiğimde 1,5-2 saatten önce çıkmışlığım yoktur. Tam stres atmalık bir mekan. Eldeki bütçenin durumu da göz önünde bulundurulduğunda gidip de öyle kanguru derisi bilmem ne ayakkabılar alamayacağım belliydi. Seri sonu gelmiş, numarasından 1-2 çift kalmış ayakkabılara bakmaya başladım. Nihayetinde B'TWIN RR3 dağ bisikleri ayakkabısı aldım.


Bu ayakkabıya her ne kadar içim ısınmasa da başlangıç ayakkabısı niyetiyle aldım işte.

Ardından pedal reyonuna geçtim. Pedal konusunda başlangıçlık bir durum olacağını düşünmediğim için düzgün bir pedal almak istedim. Kalitesine kıyasla düşük fiyatlı olduğunu tahmin ettiğim SHIMANO M520 kilitli dağ bisikleti pedalını aldım.


TEST AŞAMASI - 1

Dün aldığım bu malzemeleri de bugün denedim.

Yaklaşık 1 saat süren pedal antrenmanım sırasında 3 defa düştüm. İlk iki düşme sebebim, kilitli pedalın varlığına henüz alışmamış olmamdan kaynaklı, son ana kadar ayakkabımı pedaldan çıkarmamış olmam. Üçüncü düşüşümün sebebi ise, pedalın sertliğine alışmamış olmamdı. Bu yüzden bir daha ki antrenmandan önce pedalın yaylarını gevşeteceğim. Bunun amacı, daha kolay kilitleme ve çözme işlemi sağlamak. 2 ya da 3 numara alyan anahtarı ile yapılabilecek basit bir işlem bu ama iki tarafı da eşit oranda çevirdiğimize dikkat etmeliyiz. Aksi halde düzensiz alışkanlıklar oluşabilir pedal konusunda. Bu şekilde biraz kullandıktan sonra(min. 50-60 km.) kademe kademe sertleştirmeyi düşünüyorum.

Ayakkabıya gelecek olursak, 80 liralık bir ayakkabı olduğunu belli ediyor. Bu ayakkabı ile uzun yola çıkmak açıkçası beni biraz korkutuyor. Herhalde yanımda düz pedalları ve normal bir spor ayakkabı taşımam gerekecek. Çünkü kallerin ayakkabıya bağlandığı noktadaki ayakkabı tabanı bana hiç sağlam gelmedi. Bir zaman sonra çatlayacak, kırılacak gibi.. Ayrıca ayakkabının rahatlığı da pek ahım şahım değil. Birkaç aya kadar ya da bir daha ki uzun tura kadar daha iyi bir şey alabilirim.. Ayakkabının dişli bir tabana sahip olmasının faydasını gördüm. Bisikleti 1. kattan merdivenlerden aşağı indirirken ayakkabının kaymasını önledi. Yol bisikleti ayakkabısı gibi düz tabanlı bir ayakkabım olsaydı şu an kalça kırığı, kol kırığı vesaire ile uğraşıyor olabilirdim..

İkinci antrenmanın notlarını da paylaşacağım..

NOT: Bu sisteme alışmadan asla trafiğe çıkmayın. Ölümcül kazalara davetiye çıkarabilirsiniz..


TEST AŞAMASI - 2

Yaklaşık 10 gün geçti ilk testin üzerinden ve yeniden bir antrenmana çıktım. 20 km süren ve yer yer çimenlere girdiğim, küçük tepelere tırmanıp indiğim bir antrenmanın sonunda sıfır kaza ile evime döndüm. Görüyorum ki artık beyin tam anlamıyla bu yönde çalışmaya alışmış. Yani beynim artık ayağımda kilitli bir pedal ve ayakkabı olduğunun farkında, önceki gibi ayağımı son anda pedaldan çıkarmaya çalışmıyorum.. Elbette ki bu kadar antrenman, İstanbul trafiği için yeterli olmayacaktır. Çalışmaya devam. Bir sonraki antrenman şehir trafiğinde olacak..

TEST AŞAMASI - 3

Bugün(13 Kasım) ayakkabıyı ve pedalı ilk kez trafikte denedim. Avcılar'dan Marmara Forum'a(yaklaşık 20 km) gittim ve geldim. Yani toplam yaklaşık 40 km. Üstelik dönüşte yağmura yakalandım. Bunlara rağmen herhangi bir sıkıntı yaşamadım, düşmedim. Yeşilköy civarlarında yağmurun şiddeti biraz arttı ve o ara ayakkabım tepesinden biraz su aldı. Tüm sıkıntı bundan ibaretti.


Bugün trafiğe çıkana kadar trafiğe kapalı ya da trafiğin az yoğun olduğu bölgelerde 70 km civarı antrenman yaptım. Bugün de kendimi hazır hissettim ve evet, artık hazırım bu ayakkabı ve pedal ile daha uzun yolculuklara ya da daha yoğun trafiklere..

NOT: İlk testten sonra söylediğim pedalın vidasını gevşetmek işini uygun alyan anahtarı bulamadığım için yapamadım ve aynı sertlikte kullanmaya alıştım. Yine de biraz gevşek olmasının daha rahat olacağını düşünüyorum.

4 Eylül 2014 Perşembe

Türkiye'de Kadın Öldürmek, Sizi Medya Yıldızı Yapabilir !

Türkiye'de bazı programların gözdesi olmak istiyorsanız, sürekli programlara çıkıp  gündemde yer edinmeyi amaçlıyorsanız; hemen bir kadını öldürün! Şaka yapmıyorum, gayet ciddiyim. Çünkü bizim ülkemiz kadını öldüren erkeklere ceza vermez, öldürülen kadını asla korumaz; ama erkeği korur, ceza vermez hatta ve hatta onu programlara çıkartıp bir kahramanmış gibi övmeyi kendine borç bilir.

Sefer Çalınak, namı diğer kadın katili. Dile kolay 5 kere evlendi, 2 eşini öldürdü. Tüm bunların hepsi, onun bu pişkinliğine engel olmadı. Tekrardan evlenmek için programlara çıktı. Bundan birkaç ay önce Flash TV'de bir evlenme programına çıkmıştı. Kendinden emin, rahat ve iğrenç bir sırıtma vardı yüzünde. İlk eşini hoşuna gitmeyen hareketler yaptığı gerekçesiyle öldürmüştü. Yani kendinde bu hakkı görebiliyordu. Kısacası, kadınsanız yaptığınız hareketler bile erkeğin hoşuna gidecekti, aksi takdirde erkek tarafından öldürülmeye mahkûmsunuz.

İkinci eşini öldürme nedeni ise; beni öldürmeye çalışırken kendi kendine benim tarafımdan öldürülmüş bulundu diyerek, cevaplıyordu. Programdaki sunucu kadın şaşırıyor. Tüh tüh! Güya hiç haberleri yoktu ya bu adamın ilk iki eşini öldürdüğünden, nasıl da şaşırıyorlar. 2 kadın ölmüş, amaan çok mu önemli? O adam programa çıksın, sosyal ortamda herkes programı konuşsun, merak edenler programın bölümünü izlesin. Gelsin reytingler, gelsin paralar. 2 kadın öldürülmüş, çok mühim sanki. Bu karakterleri çürümeye yüz tutmuş insanlar için, öldürülen kadınların reyting kadar değeri var mı sanıyorsunuz?

Aradan aylar geçti, hiçbir şey değişmedi. Kadınlar yine öldürüldü, erkekler öldürdüğü ile kaldı. Değişen tek şey ise, öldürülen kadınlar ve öldüren erkeklerin farklı olmasıydı. Geçen cuma günü, Songül Karlı'nın Kanaltürk'te sunduğu "Songül Karlı ile Yeniden" adlı programa Yakup Kara adlı birisi çıkmıştı. Yakup Kara, eşini 43 yerinden tornavida ile yaralamış ama mahkemece "yeterli delil" yok denilerek serbest bırakılmıştı. Kadına hiç acımadan bedeninde ağır acılar bırakmıştı. Bunların hiçbir önemi yoktu yine de. Hiçbir zaman da olmadı. O kadın ölseydi de olmayacaktı. Yargı ve devlet bile "erkek" zihniyetinin en büyük destekçisi iken Yakup neden ceza alacaktı ki?

İşin asıl mide bulandırıcı tarafı ise, Songül Karlı, bir kadın olarak katilini koruyordu. Onu savunup, kadını suçlu buluyordu. Karlı, erkeğin yaptığını meşru göstermek adına kadını biraz daha eziyordu. Kadın için: "Gecenin 02.00'sinde eve gelen kadınla nasıl başa çıkacaksın? Gece hayatına nasıl alışır evli bir kadın, anlamıyorum. Bir yıl boyunca nasıl sabrettin? Yeniden Müslüman olmamız lazım" diyordu. Yani, kadınsanız yine, eve geç gelmeniz 43 yerinizden tornavida ile saldırıya uğramanız ve bunun meşru görülmesi demekti. Peki, Karlı zihniyetine göre düşünürsek, sürekli evlerine geç giden erkekleri ne yapacağız? Kadınlar da ellerine tornavida, bıçak ya da başka delici aletler alıp sürekli geç gelen eşlerine mi saldırsınlar? Tabii onlar erkek değil mi? Bu nasıl bir mantıktır? Hoşnut olmayan hareket yapınca öldür, eve geç gelince öldür, birine gülünce tartakla, dekolte giyerse tecavüz et. Bir kadın olarak bunu söylerken hiç mi vicdanın sızlamıyor anlamıyorum. Üstelik, "adama?" beyefendi demek de neyin nesidir? 'Siz çok beyefendisiniz, kadını süper hastanelik etmişsiniz, elinize sağlık' deseydiniz bir de. Hadisenin komik tarafı da aklınca kadını, eve geç geliyor diye dinden çıkmış gibi gösteriyor. Toplum için kadının linç edilmesi lazım ya dinden iyi malzememi olurdu= Tekrar Müslüman olmamız lazımmış(!) Dinden çıkma nedenimizin suçu bile kadınlara yüklendi ya size pes bile demek yetmez. Aklınız, vicdanınız, kalbiniz çoktan iflas etmiş.

Elbette birçok kadın platformu başta Songül Karlı olmak üzere, kanalı ve yayını RTÜK'e şikâyet ettiler. Kanalın önünde protesto yaptılar. Buna rağmen daha bir hafta olmadan, bu sefer de başka  bir programda Seda Sayan, kadın katili birini çıkarmış ve twitter da "dünya onu konuşuyor" diye, bir katile  önemli bir konum sağlıyordu. Affedersiniz de insanlar iki kadını öldürmüş, 5 kere evlenmiş ve bir daha evlenmek isteyen birinin neyini konuşacak? Çok güzel öldürmüş, iki tane yetmez, bir daha evlendirelim bir daha öldürsün mü diyelim?  Bu kişi insanın sabır taşını zorlamaktan başka ne işe yarar? Başı dik, yaptıklarını gururla anlatırken onu dinlememizi mi bekliyor Seda Sayan?

Seda ablamız, bu ülkede güçlü kadın figüründe çok defa adı geçen bir insan. En iyi anne diyenler de var. Sistemin ve zihniyetin ne kadar  kokuşmuş olduğunu göremiyoruz  artık. Kadın düşmanlarını ödüllendiriyoruz üstelik. Mehmet Ali Erbil, her programında kadınlar üzerinden bel altı sözler sarf etse de yolda gören kadınlar, fotoğraf çekmek ister. Herkes hayranlık besler. Seda Sayan da öyle değil mi? Gerçekçi olalım biraz.
Erkekler, zaten işlerine gelen bu sistemin, en önde bayrak tutanı olma  görevini zevkle yaparken kadınların da buradan kendine pay biçmesi ya da desteklemesi daha büyük sorun haline geliyor. Bir kadın, nasıl olur da kendi katilini kahramanlaştırır ki? Başka bir kadını dövdüyse, yarın seni de dövebilir. İleride, seni taciz etmeyeceğinin garantisi var mı? Nasıl olur da öldürülen kadınları suçlu ilan edip, öldürülenleri översiniz? Akıl tutulması yaşıyor insan.

Eğer, direkt "Peki, erkek karısını neden öldürür?" diye sorarsanız, zaten kadının bir hatası olduğuna kendinizi inandırıp buna kılıf uydurarak erkeği savunmaya girişirsiniz. Üstelik katil birine "Bu kadar güler yüzlü bir katil gördünüz mü?" demenizin de hiçbir açıklaması olamaz. Bu olayı hafifletmektir. Tepkileri azaltmaya çalışmak, katile özgüven ve rahatlık vermektir.

Peki, Seda Sayan'a bendeniz cevap vereyim. Erkek neden mi öldürür?

Kadın, boşanmak istediği için erkek tarafından öldürülür.
Kadın, eşi tarafından aldatılınca, evini terk ettiği için öldürülür.
Kadın, eski eşiyle bir sokak başında denk geldiği için  öldürülür.
Kadın, eşine evde hizmet etmediği gerekçesiyle öldürülür.
Kadın, sesini yükselttiği zaman öldürülür.
Kadın, çalışıp kendi ayakları üzerinde durmak istediği için öldürülür.
Kadın, dekolte giyerse öldürülür, mini etek giyerse öldürülür.
Kadın, bir gece sokakta tek başına yürümek isterse de öldürülür.
Kadın, eve geç gelir öldürülür, hoşnut hareketler yapmazsa da öldürülür.
Kadın, erkek aldattın beni derse öldürülür.
Kadın, erkeğin rüyasında eşini aldattığını gördüğü için bile öldürülür.
Kadın, her gün dövüyordum bu sefer öldü denilerek bile öldürülür.

Daha sayayım mı? Hangi birini yazayım daha? Bu ülkede kadın her şekilde öldürülür kardeşim. Bazen öldüren erkekten çok kendi hemcinsleridir katilleri. Onlar öldürmekle kalmaz, öldürmekten beter ederler. Bazılarımız sadece kader der geçeriz Kaderinde ölmek varmış deriz. Her gün 2?3 kadının öldürülmesi "fıtratlarında var" der, susarız. Üstelik 3?4 yıl yer katiller. Kadının bu toplumdaki değeri budur kardeşim.  O kadındır elbet. Konuşsa edepsiz, gülse iffetsiz, ölse de değersiz.

Dip not: Biraz vicdanı olanlar 3-4 dakikasını ayırıp, 444 1 178 numarasını arayarak Seda Sayan'ı ve programını RTÜK'e şikayet etsin. Dayanışmayla, mücadeleyle kurtulacağız bu zihniyetten. Aksi halde her gün ölen bir kadına yas tutup hikâyesini dillendireceğiz.

KAYNAK: http://blog.radikal.com.tr/insan-haklari/turkiyede-kadin-oldurmek-sizi-medya-yildizi-yapabilir

1 Eylül 2014 Pazartesi

Kadınlar Plajı Bal Gibi Ayrımcılık

Bir dönem yapılan "Bayan(!) Otobüsü" tartışmasıyla aynı neredeyse. Bu uygulama yürürlüğe girseydi karşımıza çıkacak sorunlar, şimdi "kadınlar plajı"nda karşımıza çıkmaya hazırlanıyor.

Kadınların "Kadın plajı" dururken karma plaja gitmeyi tercih etmesi bedenlerini sergileme meraklarının olduğu, erkek tacizine razı oldukları anlamına gelecek. Yarın bir gün karma plajda bir kadın tacize ya da tecavüze uğrarsa ve dava açarsa hakim "Kadın plajı varken karma plaja niye gidiyorsun?" diye sorabilecek, tahrik indirimine davetiye çıkaracak.

Kadın ile erkeği ayırmaya çalışmak tam anlamıyla bir inanç ve ideoloji dayatmasıdır. Muhafazakarlar, "Kadınlar Plajı" dururken karma plaja giden kadınlara dinsiz, allahsız damgasını yapıştıracak.


24 Ağustos 2014 Pazar

Türkiye'ye Hoş Geldin Funda

Bugün bu güzel İstanbul'un insanları benim için ikiye ayrıldı; çevik kuvvet polisleri ve normal insanlar.. Naçizane hükümetimiz halkından o kadar korkar olmuş ki, 5-10 kişinin belli başlı yerlerde bir araya gelmesini kendileri için potansiyel bir tehlike olarak görür olmuşlar. Kahraman polis ile önlerini kesmiş, grup tarafından gelen ilk itiraz ile TOMA'yı hazır etmişler..

Evet, bugün bütün bunları yaşadım. Bir fark ve bir eksik ile. Bisikletliydik ve sayımız 150-200 arasıydı..

Bugün(24 Ağustos 2014) Hollanda'dan bir kadın geldi İstanbul'a. İsmi Funda, Funda Müjde. Engelli bisikletiyle, elleriyle pedal çevire çevire 4.000 km'yi devirdi ve geldi buraya. Kendisine İstiklal'deki Hollanda konsolosu tarafından konsoloslukta bir karşılama töreni hazırlandı. Bizler de Funda ile Galeria AVM önünde buluşup sahil yolundan doğru Taksim'e gitmek üzere yola koyulduk.
Eminönü
Son derece temiz bir şekilde geçti bu yol. Hatta Taksim'e varana kadar trafik polisleri bizlere destek amaçlı eskortluk bile ettiler. Ve artık hükümetin korktuğu, ilk yok etmek istediği simgenin içerisindeydik; Taksim Meydanı.

Amacımız İstiklal Caddesinin sol tarafından doğru 2'şer 3'erli ilerleyerek Oda Kule'nin karşısındaki Hollanda Başkonsolosluğuna ulaşmaktı. Lakin bizi ilk karşılayan Hollanda konsolosu değil, çevik kuvvet ekibi oldu. Bu karşılamayı bir incelik olarak görüp kendilerine teşekkür etmek isterdim. Ancak amaçları bizi İstiklal'e sokmamak olunca söylemek istediklerim pek de tatlı sözler olmadı. Karşımızda bir çevik kuvvet seti, bizler itiraz ediyoruz, itirazımız sonucunda ikinci çevik kuvvet grubu yan tarafımıza yanaşıyor, arkamızda ise TOMA, bugün benim için BİMA(Bisikletlilere Müdahale Aracı). Bize alternatif yol gösteriyorlar(Şişhane yönüne ilerleyip Oda Kule içerisinden geçmek) ve bizim de amacımızın protesto olmaması ve tatsızlık istemememiz bu öneriyi kabul etmemizi zorunlu kılıyor.

Türkiye'ye hoş geldin Funda Müjde !

Nihayetinde bu yoldan varıyoruz konsolosluğa. Arada bombacısı da kaynar mı, teröristi de dalar mı diye bakmadan hepimizi sorgusuz sualsiz içeriye aldılar. Zafer ve teşekkür konuşmaları yapıldı, eğlenceye geçildi ve bu şekilde günü bitirdik.

Türkiye'de toplanmak yasak. Hatta artık durmak da yasak. Twitter kullanmak yasak. Yasak oğlu yasak...

Burası Türkiye Funda. Türkiye'ye hoş geldin.


http://t24.com.tr/haber/elleriyle-pedal-cevirerek-hollandadan-geldi-polis-istiklale-giris-izni-vermedi,268633

http://www.habermono.com/53095-omurilik-felclisi-bisikletcinin-3-bin-500-kilometrelik-coskusu-istiklal-caddesi-nde-kabusa-dondu-haberi.html